26 Mart 2015 Perşembe

Kendime not...


Bir şey olsun istersiniz hayatınızda
Uzun zamandır olmayan bir şey olsun
Kendinizden bir şeyler verirsiniz o şeyin olması için 
Denersiniz, çaba sarfederseniz
Yapmadığınız şeyleri yaparsınız...
"Yapmam" dediğiniz şeyleri de yaparsınız.
Beklentilerinizi çağırır durursunuz tüm bunları yaparken 
Beyniniz kalbinizin hep bir adım önünde kontrol nöbetindedir
Bu sefer acabalı olmasın acabasız olsun istersiniz
Çünkü artık acabalardan o kadar sıkılmışsınızdır ki...
Acabalı kurduğunuz o eski cümlelerin artık hayatınızda yeri olmasın istersiniz

Olmaz işte...
Çok istedin ya olmaz
Çok istedin diye olmaz
Yıllarca yapmadığın bir şeyi en azından denemek istemiş olmandan dolayı olmaz 
O şeyin olsun dediğin için olmaz.
Belki hiç görmesen, duymasan umursamasan, dönüp bakmasan olacak o şey
Ama sen şimdi kalkıp niyet ettin, olsun bir şeyler dedin ya...
Olmaz!
Olmayacak işte 
Birazda olmayacaklar için çabalar insan
Olacaklar için değil de olmayacaklar için paralar kendini 

İmkansız daha zevkli zor olan daha iyi gelir insanı
Olanı gidip dalından koparmaktansa zor olanı toprağa atıp dikmeyi tercih eder insan
Zaman içinde seçtiğinizin sandığınızdan daha zor olduğunu anlarsınız ama her şey için çok geçtir. Attığınız şey toprağa çoktan düşmüştür çünkü...
Artık o beklenecek ve o yol yürünecektir
Varsa bir acı o da çekilecektir 

Bazı yürekler zaman geçse de gönüllerinde farklı şeylere aynı hisleri beslerler
Bazıları hep çok severler 
Bazıları kandırılırlar
Bazıları kandırırlar
Bazıları gülerler
Bazıları somurturlar
Bazıları hep iyi şeyleri hakederken bazıları da kötü şeyler yaparlar 
Bazıları da hiçbir şey yapmazlar...
Sen uğraştıkça bazıları hiçbir şey yapmazlar 

Koştukça hiçbir şey yapmayanlara rastlamak diye bir şey var
Denedikçe hiçbir şeyin olmadığını görmek diye bir şey
Yorulunca
Tam bırakacağım dediğin anda bir şey olur mu?
Genelde hiç bulaşmayım dediğin şeyin içinde kendini bulur
Tam bırakacağım dediğinde yine bırakamazsın
Yolun o çünkü, o yolu yürüyeceksin
O sorularına hiçbir zaman cevap bulamayacaksın
Kafandaki soru işaretleriyle sana ayrılan süreyi dolduracaksın

Hiçbir zaman o çok sevenler kervanına katılamayacak ve o çok sevilenlerden olamayacaksın
Sorularına cevap arayacaksın bol bol
Takvimler hayırlısını saatler kısmeti gösterecek hep
Sağlık olsun diyerek çevireceksin sayfaları 

Çok mu karamsar oldu 
Çok mu mutsuz?
Zaman geçerken senden bir şeyler götürmeyip senin yanına üflediğin mumlarda dilediklerini veriyorsa
Ve bunlar böyle olurken gerçekten "sağlık oluyorsa"
O zaman pekala...
Ne ala!









2 Mart 2015 Pazartesi

Filmlerin de kalbi var


Sinemaya dair yeni bir yazıyla merhaba...

Film seyretmeye zaman bulangillerden olduğum için kendimi fena halde şanslı hissediyorum.
Ya hiç zamanı olmayıp da film müptelalarından biri olsaydım, napardım bilmem...
Genel itibariyle Güney Kore sinemasıyla ilgilendiğim sanırım artık herkesin malumu. En azından twitter, yeppudaa ve facebook üzerinden (hatta bir kaç köşe yazımda) bunu fazlaca belli etmiş olmalıyım. 
Neden bu yazıyı yazıyorsun derseniz aslında öyle iyi bir nedenim yok. Kimseye Uzakdoğu kültürü aşılama derdinde falan değilim veya aman Güney Kore filmleri şahane kaçırırsan ölürsüncü bir zihniyete de sahip değilim. Sadece elimde olan sağlam arşivi anlatmanın derdindeyim. Kıymetli saatlerinizi eğer film izleyerek geçirecekseniz diye bir kaç öneride bulunmanın derdinde...

Bir bakıma; dolaylı yollardan sizi düşünmüş oluyorum yani, aptal bir romantik komedi yerine anlamlı bir dram, harika bir aksiyon izleyin hem zamanınız ölmesin hem de yaptığınız boş zaman aktivitesi bir şeye benzesin. Yeni filmler izleyerek yeni yönetmenler keşfedebilir arkadaş ortamında bu bilgileri kullanabilirsiniz:)

Önereceğim ilk filmimiz "Hope" 2013 yılında yapımı tamamlanıp vizyona girmiş. Ben yeni bulup izleyebildim. Özel olarak sevdiğim bir oyuncu yoktu filmin içinde. Başlarken filmin adıyla başrol minik kızın adının aynı olması dikkatimi çekmişti. "So Won" Korecede umut anlamına geliyor ve aynı zamanda minik başrolümüzün filmdeki adı tahmin edeceğiniz üzere. Anlayacağınız bir "umut"la başladığım filmi göz yaşlarıyla bitireceğimi bilmeden seçmiştim. Yakın zamanda Özgecan Aslan'ın başına gelenlerden sonra gündem olan olayın, Kore versiyonu olacağını da bilemezdim tabii. Daha Özgecan için üzüntümüz hiç soğumadan bunun "gerçek yaşanmış hikayeye dayanan bir film" olduğunu ise film bittikten sonra öğrenmiş ve dünyanın olmayan adaletine küfretmiştim. 

Hope da tam olarak benim yaptığımı yapıyor ve adalet sistemlerinin ne kadar çürük olduğunu anlatıyor... Suçluların ellerini kollarını sallayarak nasıl dolaştıklarını ve mazlumun yanında kimsenin olmayışını anlatıyor. Çok dramatize edilmeden tamamen gerçeklere göre yapılan bu filmde ben izlerken kahrolmuşsam bunu yaşayan insanlar neler hisseder Allah bilir. Gerçekten bir insanın başına gelebilecek belki de en kötü şeylerden biri... 

So Won karakteri küçük ve yaralı bir çocuk filmde... Mutsuz ama umudunu kaybetmemeye çalışan bir karakter. O karaktere hayat verense ilk kez bu filmde izlediğim (Chaser dizisinde izlemişim ama hatırlayamadım) Lee Re isimli kendisi minik ama oyuncluğu dev olan çocuk. Öyle oynamış ki izlerken sanki gerçekten o çocuğun başına geldiğini düşündürüyor. Bu arada Lee Re 2006 doğumlu ama oyunculuğu yaşından çok çok daha büyük. (Kıyas yapmaktan hoşlanmıyorum ama bana böyle ağır bir rolü başarıyla oynayacak bir kaç türk çocuk oyuncu söyleyin desem aklınıza hemen birileri gelir mi? Benim gelmedi.)

Filmin başında başlayan felaket ne yazık ki finalinde de son bulmuyor. Senarist seyirciyi mutlu etmenin değil ülkenin bir yarasını ele alma çabasında çünkü. Bir filmle belki düzeni değiştiremezsiniz ama bunun yolunda bir adım atmış olursunuz.
Her ülkede var olan ve istemesek de bu tarz olaylarda yeniden hatırladığımız adaletin doğru zamanda doğru kişilere tecelli etmesini temenni etmekten ve bu acıyı yaşanların acılarına dua ederek, yanlarında durarak destek olmaktan başka yapacak bir şeyimiz yok gibi duruyor... Acı olsa da bizim ülkemizin de gerçeği bu. Ne zaman dünya tersine dönerse işte o zaman gerçek adalet işleyecek herkes için... Hepimiz için...

Filmin son 50 dakikasında sürekli ağlayacağınız uyarısında bulunarak buraya afişini bırakıyorum.
Ve filmi Yeppudaa.com'dan indirebileceğinizi hatırlatıp diğer filme geçiyorum.






İkinci filmimiz de yine bir dram filmi My Brilliant Life. Bunu izlemek isteme sebebim tabii ki oyuncularıydı. Filmin ilk çekimlerinin başladığı günden beri takip ediyorum zira. Song Hye Kyo filmde anneyi Kang Dong Won ise babayı canlandırıyor. (Bu ikili daha önce Camellia filminde de bir araya gelmişlerdi.) İkilinin müthiş uyumu ve herkesçe bilinen harikulade oyunculukları filmi izleme sebebim olsa da film bittiğinde anne babadan ziyade erken yaşlanma hastalığına sahip olan ve evin çocuğunu oynayan Jo Sung Mok aklınızda kalıyor. Çünkü o da Kore film sektörünün keşfettiği iyi çocuk oyunculardan biri. 

Film genç yaşlarında dolu dizgin aşk yaşayan iki sevgilinin bebek sahibi olmalarıyla başlayan ve sonra bebeklerinin hastaklarını öğrenmeleriyle devam eden bir hikayeyi ele alıyor. Hastalığın hiçbir tedavisi olmadığını bilen anne babanın gözünden çocukları ve öleceğini bilen bir çocuğun gözünden o kocaman yaşanılası dünya... 

Filmde küçük bir ayrıntı gizli. Bu tarz hastalıklardan para devşirmeye çalışanlarla ilgili... Onlara da ders niteliğinde bir mesaj var. Her şeyi dramatize etmemeleri konusunda. Daha fazla yazıp da keyfini kaçırmayım işin. İzlerken üzülmekten başka bir şey hissedeceksiniz. Ve içinizden sürekli şu replik geçecek "Allahım verme! Verdiklerine sabır ver." 

Daha çok yazmayı hakeden bir film, daha çok izlenmeyi gişe rekorları kırmayı hakeden bir film. Peçetenizi falan hazırlayın öyle play tuşuna basın olur mu? 
Son olarak film bir romandan uyarlamadır. Gerçek bir hikaye olmamasına sevinmemiz için iyi bir neden.
İyi seyirler dileyeyim, bir gün izlemediğiniz için pişman olacağınız iki filmin ardından bir süre daha yok olalım... 








23 Aralık 2014 Salı

Favorilerim


Neyin favorisi?
Kitabın mı favorisi? Yazarın mı favorisi?
Filmin ya da dizinin mi?
Ya da gidilecek yerin mi veya ölmeden önce görülecek yerin?
Neyin favorisi?
K Pop'ın favorisi. En iyisi değil bence en iyisi 3 Erkek K Pop Grubundan bahsedeceğim.
K Pop'ın Güney Kore Pop Müziği olduğunu ilgilenenleri zaten biliyor. İlgisi olmayanlarda belki şans verirler. Vermezlerse de yapacak bir şey yok zira Güney Koreye gelene kadar çok güzel şarkılar var dinlemelik.
Ben de sadece Güney Kore Erkek İdolleri dinlemiyorum zaten ama en çok dinlediklerim arasında şöye bir liste yaptım. O listeyi buraya bırakayım.
Birincisi delice takip etmek gibi bir huyum yok. Takip etmek gibi bir huyum var :) yani her grubun üyelerini bilirim, neyi yaparlar, nerde çıkarlar, nerelerde oynamıştırlar bilirim ama her üyenin özel hayatını delik deşik edecek şeyleri bilmem hangi showa katılmışlar oturup hepsini izleyeyim gibi bir takipçi değilim. Ha İstanbul'a falan gelirlerse gidip görürüz orası ayrı :)
En çok dinlediğim ve cidden hiç sıkılmadığım 3 Grup var.

CNBlue
Super Junior
Teen Top 
 
CNBlue'nun hit parçalarını zaten herkes sever. Şu son günlerde en çok Intuitiondinliyorum ben. CNBlue deyince kaç kişinin ilk aklına bu şarkı gelir bilemiyorum ama ben fena halde dinliyorum yıllardır, biraz bile sıkmadı. 
Son albümden Coffee Shop var ki o da şahane bir şarkı. Hepsi güzel güzel olmasına ama ben bu yazacağım 3 şarkıdan hiç mi hiç sıkılmıyorum.  Coffee Shop'ta cidden keyifle dinlenen CNBlue parçalarından biri benim için. 
Yine Man Like Me şarkısı da biraz bile sıkmayan cinsten. Tavsiye eder miyim şiddetle ederim. Özellikle şimdi yazınca Man Like Me'yi daha bi' sevdiğimi farkettim. 

Super Junior da ilk dinlemeye başladığım K Pop gruplarından biridir. CNBlue'dan sonradır ama keşfetmem. Şimdilerde şöyle bir eskilere seyahat yapıyorum SuJu'yla. Yeni şarkılarına pek alışamadım maalesef. Hadi itiraf edeyim. Hiçbir SuJu şarkısı Sorry Sorry tadı vermiyor ne hikmetse. Sorry Sorry dinlemeyeni dövüyorlar biliyorsunuz değil mi? :) Ve tabii ki Mr. Simple. Eski ve SuJu kelimeleri yanyana gelince bu iki şarkıyı söylemeden olmaz. Bonamana, Sexy Free Single falan da güzel şarkılardır ama bir Superman değildirler. Superman'in değişik bir tarzı vardır. Şarkı hızlı rap'le başlar çoğu yerde de öyle devam eder ama her girilen ortamda sıkılmadan dinlenir. Super Junior'ın en farklı şarkılarından biridir, Bam Ba Bam Bam kısmı falan :) güzeldir güzeldir. SuJu'nun şarkılarını yazmakla bitiremeyiz. Şu aralar Top 3'üm de bunlar var ama Spy, Break Down, No Other da hiçbir zaman eskimeyecek olan güzel şarkılardan. 

Gel gelelim bu listede belki de en az tanınan hatta tanınmayan grubumuz Teen Top'a. Pek tatlı çocuklardır. Dinlenesidirler. Tüm şarkılarını bilirim çok da dinlerim. Müzikleri ağırlıkla hareketlidir. Rocking bu hareketlilerdir biridir. Müziğine kendinizi bırakın bütün işlerinizi yapın ne kafa ağrıtır ne başka bir yan etkisi vardır. Tertemizdir. Dinle ve hemen bir başka Teen Top şarkısına geçtir:) mesela grubun en popüler parçası Miss Right olabilir bu bir dahaki dinleyeceğiniz şarkı. Bu da fazlaca güzeldir. Pek bir güldürülüdür, ezberlemesi 3 dinlemeye bakar sonra ağzınızın içinde bu şarkıları söylerken bulursunuz kendinizi. Ben son zamanlarda değil sürekli dinlediğim 3 şarkıyı yazıyorum buraya. Son zamanlarda Teen Top'ın çıkardıkları bir kaç parça var ama bu eskiler gibi dinlemiyorum onları. Im sorry, Clap Encore bunlardan bazıları. Bir Rocking değiller benim için. Ha güzeller mi evet Clap de çok eğlenceli daha az hareketli şarkılarından biri mesela, şiddetle tavsiyem değildir ama :) Son olarak şu şarkıyı da söyleyip gidiyorum. O da Missing, şahane bir Teen Top şarkısı. Eğer grup hakkında hiçbir fikriniz yoksa bu şarkıyı dinledikten sonra slow söylediklerini falan düşünebilirsiniz. Slow olan nadir şarkılarından biridir Missing ve yenidir 2 ayı falan var bu şarkının. Gerçekten güzeldir dinlemesi de keyiflidir. Tavsiye edilir:) Teen Top sevilesidir, bir yerlere bu grubun adı yazılmalıdır.
Şimdi yukarıda saydığım 9 parçadan 3 tanesini seçip buraya bir link atayım. SuJu ve CNBlue'yu zaten çoğunluk bildiği için hepsini Teen Top'tan mı seçsem :) hayır hayır hepsinden birer tane koyup veda ediyorum.

Sondan başa gidelim, Rocking



CNBlue'muzdan Man Like Me 

Ve Şupomen'lerden Mr.Simple



26 Kasım 2014 Çarşamba

Madem yazmaktan bahsettik...


Madem yazacağız dedik yazalım, değil mi ama...
Yazmak aslında "Hadi yazayım" deyince olmayan bir şey. "Hadi yazayım" deyince oluverip bitseydi keşke... Öyle değil işte...
Öyle olsa herkes her konuda bir şeyler söyleyebilir, söylediklerini yazabilirdi. Sonraki curcuna nasıl olurdu orası meçhul tabii... 

Ben etrafımdan "Nasıl yazıyorsun" sorusunu çok duyuyorum. Zaman zaman bunu soranlar küçük yaştakiler olsa da genelde karşılaştığım bir soru. Bir gün oturdum düşündüm "Ne alaka niye yazıyorum ben?" diye, tabii seneler öncesinden bahsediyorum. (Hikaye, günlük yazarak başladığım bu işin bir gün mesleğimle yanyana geleceğini o yaşlardan düşünemezdim tabii.) Yazı yazmak nedensiz bir şey sanki. Neden yazıyorum deyince, "Söyleyince anlamıyorlar belki okuyunca anlarlar" diyesim geliyor. Söz'ün gücü yadsınamaz ama sayfalarında pek bir kalır yanı yoktur sözden. 

Benim yazmam da biraz böyle. Söyledim olmadı veya hiç söyleyemedeğim şeyler oldu. Ben de oturdum yazdım. Bazen birine yazdım, bazen sevdiklerime yazdım, bazen kara kışa, düşe rüyaya  yazdım ama en çokta kendime yazdım ben. Kendi sesimle kendi içimi ikna etmeye çalıştım. Kendimle olan derdimi yazdım. Kendi sevgilerimi, kendi bekleyişlerimi, kendi kaybedişlerimi kabullenemediğim zamanlarda oturdum, kendimi iknayla uğraştım. Yazmak biraz zevk meselesiyse fazlaca da dert meselesi. Derdiniz yoksa yazamazsınız. Bu işin peşin hükmü budur. "Ben hiç böyle yazamıyorum" diyen arkadaşlarıma bunu söyleyebilirim belki. Eğer bir sır arıyorsanız, o da dert sahibi olmak, derdinden haberdar olmak, derdini "derinde" hissetmek olabilir fazlaca. Devrik cümlelerin yanyana gelmesi felsefik bir şeyler anlattığınızı göstermez. Veya aşk'ı kendinizce anlattığınızı varsaymanız da sizin harika yazdığınızı kanıtlamaz. Önce hissetmelisiniz. Unutmayın içinizden hissetmediğiniz şeyi kağıda dökemezsin.

Tabii bunları söylerken fazla şairane gibi geliyor insanlara. Sanki her yazdığım edebiyat kokuyor, sevda masalı anlatıyormuşum gibi geliyor. Yok öyle bir şey. Zaten şiirle arası kötü olan biri olarak "şairane" yazmam da mümkün değil. Güncel olaylarla ilgili yazarsınız. İllaki "Ben sonbaharı yazarım" değildir mesele. Sonbaharı yazarsın da sonbahar da neyi kaybettin onu düşün! Veya neden sevdin Sonbaharı?

Ben böyle yazınca sıkıcı olduğunu söyleyenler oluyor. "Yazının sonunu getiremiyoruz diyeceğini de, bitir" diye söylenenler hatta abartıp kızanlar var etrafımda. (Buraya kadar okumayı başardılarsa üzerlerine alınabilirler bundan sonrasını.) Benim üslup biraz böyle. Tabiri yerindeyse "alengirli." Hop diye girip pat diye bitiremeyenlerdenim ben. Yazının başından sonuna kadar kapılar vardır yazan için. Şimdi burası mesela son kapıya doğru ilerleyen koridordur. Her geçtiğiniz kapıyı sıkıca kapamayasınız ki koridorlar arası geçişlerde sıkıntı yaşamayın. Şunu da söyleyim, her yazı biraz sıkıcıdır aslında. Bunun için çıkarken kapıyı aralık bırakmakta fayda var.










12 Kasım 2014 Çarşamba

Neden Çekikler?


Başlıktan da anlaşılacağa üzere, çekikgilleri sevme nedenlerimi sıralayacağım bir yazıdır bu. "Ben hiç merak etmiyorum neden çekiklerle ilgilendiğini" diyenler şimdi kapayabilirler sayfayı zira etrafımda sürekli "Ne buluyorsun bunlarda", "Güney Kore neresi bea?", "Çan çin çon, ne anlıyon?" diye ısrarla soranlar içindir bu yazı.

Klavyemden geldikçe neden çekik dediğimiz Uzak Doğu insanlarını, kültürlerini, müziklerini, filmlerini, dizilerini sevdiğimi anlatacağım. Şimdiden uyarayım asla bir ırkçılık gütmüyorum neyi neden sevdiğimi söylüyorum ve genellemelerden de el verdiğince kaçınacağım.

Elimizde bir adet Daniel'ımız veya Roberto'muz bir adette JiHoon'umuz veya Takayuki'miz olsun. Şöyle canlandıralım hatta :) 



Elimizde bir adet Daniel/Roberto varsa ve bu isim bir filmde başrolse o filmde ya kahramandır dünyayı kurtarıyordur, ya hayırlı bir işin peşinde koştururken insan öldürüyordur! (bunu da çok masum gösteriyordur), ya bir ideolojiyi dayatıyordur alttan alta (bir harikayız istediğimiz her şeyi istediğimiz anda yaparız) mesajlar veriyordur. Bunların hiçbiri yoksa başına bir doğal afet geliyordur ve herkes ölürken o çok büyük bir olasılıkla kurtuluyordur. Öldürmeyen senarist öldürmüyordur. Aşıksa hemen aşık olduğuna sahip oluyordur, aşkın en seksi halini yaşıyordur. Masumiyet algısı Daniel'ın bizimkinden birazcık farklılaşıyordur. Toprak bitki örtüsü falan farklı tabii Roberto'yla bizimki. Roberto her haliyle biraz daha Avrupalı, ve biz ne yaparsak yapalım biraz daha Doğu'luyuz. Belkide bu yüzden Roberto'yu Daniel'ı daha az benimsiyor, seviyoruz.

Elimizdeki JiHoon/Takayukimiz ise yine bir filmde başrol olsun. JiHoon filmde kahramansa bile ölebilir, senariste güven olmaz. JiHoon adam da öldürür filmde ama masum değildir, cezasını ya çeker ya birileri verir ya da senarist ona yakışır bir son yazar. JiHoon doğal felaketlerden kurtulamaz, herkes gibi o da insandır ve diğerlerinden bir üstünlüğü yoktur. (Dünyanın elindeki tüm lüks akıllı telefonları üretir ama ukalalık etmez işte!)JiHoon aşıksa dibine kadar aşıktır, sahip olamayacağı kadar zordur sevgili Takayuki, kız arkadaşını bir kere öper film boyunca. Masumdur aşk. İstediğini çekebilme hürriyetine sahipken daha bir zap yapmayı gerektirmeyecek sahnelere sahiptir onun başrol olduğu filmler. (Gidip Uzak Doğu'nun tüm artı on sekiz filmlerini bulup getirip buraya koyacak olan arkadaşlarım o konuda ne tür filmlere sahip olduklarını biliyorum, hepsi masumdur bu adamlar bu yüzden harikadır da demiyorum. Takayuki Daniel'dan daha sempatik daha etikdir bana göre diyorum) Robertoyu babamla izleyemezken JiHoon'u abimle izleyebiliyorum. Anlatabildim inşallah...

Daniel şarkı söyler ve güzel de söyler. Tıklanması meşhur olması pek zamanını almaz piyasa onların elindedir çünkü. Roberto'nun konserine gidince "vuuu çok havalı" olup Koreli bir erkek müzik grubunun konserine gidince ise "nalaka beaaa" denmesi de bundandır. Biri Amerikalı Avrupalıdır bir diğeri de istediği kadar gelişsin Doğu'dadır işte, yemek masasından selam verişine kadar doğuludur. Hemde en Uzak olanından. JiHoon şarkı söyler iyi de söyler. Ama takipçileri dışında dinleyeni olmaz. Hatta bir Zambiyalı gibidir çoğu ülkede. O da ne? Nasıl olmuştur o? Yoksa bunlar birer siyasi oyundur ve Takayuki'nin arkasında da mı Daniel vardır. Olamaz, Takayuki bir milyar tıklanmıştır. O adam nece şarkı söylüyor derken heryerde aynı parça çalmaya başlamıştır. Takayuki'nin bir Uzak Doğu'lu olduğunu bilmemek hiçbir zaman ayıp değildir ama Roberto'nun Avrupa'lı olduğunu nasıl bilmessin bre cahildir.

Roberto yemeğini masada yer, JiHoon masada yediği gibi yer sofrasında da yer yemeğini. Bir Ali de biraz JiHoon'dur bu anlamda. Daniel ayakkabılarıyla yatağa yatarken, Takayuki kapıda çıkarır ayakkabılarını. Ali de öyledir işte. O yüzdendir Ali'nin Takayuki'yle daha iyi anlaşması. Roberto yaş olmuş on sekiz der, atara atar, gidere gider ama JiHoon, Ali'ye yine benzer. Evlenecekken anne babasının kararları kendininkinden bile önemlidir bazen. Aliyle JiHoon kültürel miras bakımından birbirine benzerken Daniel'la Ali'nin arasında herhangi bir bağ yoktur. Ne göç edilen toprak bakımından,  ne bir cephe, ne bir ahlaki değer bakımından Ali ile Daniel benzemez işte... Yapacak da bir şey yoktur.

Daniel daha  kendini bir şey sanmıştır. Öyle büyümüştür. Daniel daha bir rahattır her açıdan. JiHoon da belki öyledir. Sonuçta her Ali aynı olmadığına göre JiHoonların hepside süper ötesi değildirler. Lakin JiHoon Daniel kadar uzak değildir, Ali'ye. Birinin sahip olduğu Doğulu kimliği diğerinin ise sahip olduğu Batılı ruhu, Ali'nin neden Takayuki sevdiğinin aslında en büyük kanıtıdır.

Bilmem anlatabildim mi ama Roberto izlemekten sıkılmış, onların bize iteklemeye çalıştıkları fikirlerden, giydirmeye çalıştırdıkları kıyafetlerden, bıkmış biri olarak Takayuki bana daha cazip geliyor. Takayuki kardeşim değil ama benziyoruz işte. Ölüye olan saygısıyla benziyoruz mesela Takayuki'yle. Anneannesine gösterdiği şefkatten, merhametten dolayı seviyoruz JiHoon'u çünkü genel anlamda öyle değil miyiz? Yaşadığı köy hayatı ve şehir hayatındaki uçurumu güzel anlattığı için seviyoruz JiHoon'u, çünkü biz de öyleyiz. Leğende yıkanmış çocuklarız Takayuki de öyle. Bahçedeki tuvalete giderken beklemesi için abimizi çağıranlarız. Ji Hoon'da da bu geçmiş var. JiHoon gözlerinin çekik olmasıyla görüntüde ayrılırken Ali'den, Daniel ise daha çok şeyiyle bambaşka.

Her şeyiyle sevilesi değil tabii bu çekikler. Bize benzerler, ortak bir geçmişe sahibiz, gelenek görenek kardeşliğimiz vardır, daha canayakın insanlardır falan ama bunlar sevdiğimiz kısımlarıdır. Sevme sebeplerimizdir ya da. Bazen Ji Hoon da çok bi' Roberto'dur, hatta Roberto'dan daha Robertodur bazen. İşte o  zaman Ali olduğunuz için daha bir mutlusunuzdur. Ali olmanız güzeldirde bir şey sevecekseniz Robertoyu az Takayuki'yi çok seversiniz.
Neden çekikler, çünkü beni; elimde kumanda varken daha az zap yapmaya zorlarlar,
Çünkü "selamunaleykum" diyen Türk Bayrağı öpen ünlüleri vardır çekiklerin
Çünkü daha samimidirler selam verirkenki eğilişleriyle,
Çünkü dünya onları görmezden geldikçe onlar daha çok çalışmışlardır ve seni beni beğenmeseler yeridir,
Çünkü bir Daniel olma çabası taşısalarda hiçbir zaman Daniel değildirler. Kanlarında yoktur zira.
Çünkü dinleri yoksa bile her dine inançları sonsuzdur. Bir Takayuki, bizdeki Ali'den daha ahlaklı bir patrondur çoğu zaman. Hatta bir ünlü düşünür "Japonlar müslüman olsalardı dünyayı saracak güce sahip olurlardı" bile demiştir.
Bir Japon Japondur bir Korelide Korelidir. Gözleri çekik olunca hepsi Çinli değildir yani.

Son bir cümle sevmiyor olmamız hepsini birden batırmamızı gerektirmez. Tıpkı seviyor olmamızın hepsini mükemmel yapmadığı gerçeği gibi. Ki zaten kimse mükemmel de değildir :p mesele Daniel yerine JiHoon'u izlemektir. Veya Daniel'da JiHoon'da izlemektir de JiHoon'u daha çok sevmektir. Roberto da dinlemektir ama Takayuki'nin konseri için maaşın üçte biri fiyatına para harcamaktır. Böyle bir şeylerdir işte.
Anlam vermenizi umut ediyorum. Japon Koreli yerine Gana'lı veya bir Arap da sevebilirdim ama bu beni aşırı saçma biri yapmazdı. "Ne bu Uzak Doğu meramı" sorusuna bu kadarlık cevap verelim şimdilik. Merak edip anlamayanlara da meraklı anlayanları anlatsın artık...



8 Kasım 2014 Cumartesi

N'oluyoruz?

Aslına bakarsanız çok da bir şey olmuyoruz. Daha özel bir alanda daha keyifli, daha gülmeli, az ciddili, bol komikli, iyi müzikli, kafa dinlemelik, vakit geçirmelik, fikir alışverişlik, yazmalık not çizmelik, azıcık uzucuk, birazda turşucuk, kıyısından Uzak Doğu'cuk, bir parçasından caponcuk.

Kafiye olmasın derseniz...

Şöyle ki bundan sonra (bu dediğim tarihin ne olduğundan çok emin değilim) buradayım. (Burası dediğim yer konusunda da pek bir şey diyemeyeceğim, hayal et sen nerdeysen ben de oradayım.) Yazmaya yeltendiklerimle artık kendi adresimdeyim (kendi adresim derken bizim evden bahsettiğimi düşünenler çay içmeye gelebilirler elbet) yanisi bir tık mesafeden derdimizi anlatmanın derdindeyim.

Kısa kesiyorum, biraz süsleyelim burayı ;)